Bir kediye mektup

Kapıların açılması ile herkes bir tarafa koşuştu. Önceden planlanmış bir buluşma yerine, belirsiz bir geleceğin güvenliği için gelmişlerdi. Kapıdan önce tavşanlar girdi, sonra bir kuş, birkaç kuzu. Tavuklar da gelmişti. Belki de en önde olduğu halde ismi zikredilmemiş; beyaz tüyleri, uzun kakülü olan, muhteşem gözlü kedi. Kediler güler mi diye düşündün mü hiç? Söyleyeyim, güler, gözlerimle gördüm.

Mesaileri Çekili masaların çalışma ortamı oluşturmasından sonra başladı. Esasında hepsi aynı amaca hizmet edeceklerdi ama görev tanımları farklıydı.

Bir önceki toplantıda Karakulak’ın ****oturduğu dala gelip oturdu bu kedi. Kedi dediysem, sen aklına dünyanın en güzel kızını getir mesela; öyle afet birşey. İstersen ona kedi de demeyelim, neticede her canlının bir ismi olmalı. İnci nasıl? Evet evet, İnci biraz gözlerini anlatmaya yardım edebilir.

Yeryüzü ilginç benzerliklerle ve aynı ilginçlikteki tezatlarla doludur. Bunu deneyimlediğim için söylüyorum. Her kaosun içinde düzen, her düzende de kaos var. Bana kalırsa bunu sen de çok iyi biliyorsun! İşte o karmaşada düzenini kuran İncimiz, dalıma oturmakla "ben burdayım" dedi. Allah'ım, bakmasın nolur dedi Karakulak, gözlerimin içine. Kalbimin sesi duyulacak dışardan. Bir kedi bu kadar mı güzel bakar, çeker seni derinlerine..

Kalkıp eliyle sesini kısarcasına kalbinin, dalın arkasındaki kocaman yaprağa yöneldi Karakulak. Ama heyhat ki açık kapıdan esen rüzgar, dalgalandırıyor saçlarını. İnci'nin haberi yok olan bitenden, herkes bir yere koşuşturuyor. Kaos işine geliyor sanki. İçinde yüzen balıkları avcılara yem etmeyen bulanık sular gibi. Geçip gidiyor yanından, kokusunu da hissediyor bu anda. Ama bu bir izdüşüm diyor Karakulak; acaba üstüme düşen şey ne? Bir kedi beni neden böyle çarpsın? İlk defa kedi görmüyorum, bu sefer neden böyle oldu. Hatta düşündü, daha 1 ay olmadı en az binlerce kedinin önünde onlara trafolara nasıl girilirin eğitimini vermişti. Hiç de bir dirhem artmamıştı ritmi kalbinin. Sakinliğin kitabını yazan ben Karakulak ondördündeki liseliyi aratır haldeydi. Allahtan yüzündeki şaşkınlığı gizleyecek kadar yaşamışlığı ve duygularına hükmedebilme yeteneği var.

Neyse, lafı uzatmayayım, elektrik çarpsaydı İnci’ye, ancak Karakulak gibi olurdu. Geçti oturdu o da, kendine ayrılmış yere. Herkesin belli bir amacı var demiştim ya, biliyor musun amaç neydi? Farelerin buğday ambarına girmesine mani olmak. Dışarda yüzlerce kedi ve puma, havada uçuşan kuşlar, kümes kümes gezen tavuklar, yeri eşeleyen tavşanlar hep bir elden dışarda harıl harıl çalışarak; farelerin olası yollarını inceliyor ve önlemleri birbirlerinin deneyimi ile alıyorlardı. Bizim İnci de az kalsın sahada onlarla birlikte yol alacaktı, nasıl bir his ile oldu bilmiyorum, Karakulak çekiverdi yanına. Tabi o zaman bu fikrin zerresi aklının ucundan geçmiyordu. Üzerinden zaman geçtikten sonra; yani farelerin ambara erişimini engelledikten sonraki günlerde çok içsel muhasebesini yaptı bunun. Acaba dedi, İnci’yi ağacın üstündeki ana merkeze alırken de içinde bu his mi vardı, kendisinin bile farkına varmadığın? Ama sonra kendini bildiğinden, hayır dedi, belki tesadüf veya aynı yerde olmamız için taşlar kendiliğinden diziliyor. Yani iki gözüm, İnci’nin oraya gelmesinde kast yok, orada olduğu dilim ile ilgili bu sözü söyleyemem.

İlk farkına varması için yaptığı hareket, esasen sadece ona vermek istediği halde o da ister niyetine herkese küçük fincanda kahve ısmarlama teklifi oldu. İyi de oldu. Dönerken etrafından, saçları İnci’nin, Karakulak’ın eline değdi. İçi ürperdi!

Sonra ardı ardına telgraflar çekildi ambarlardan, herkes bir yerden yardıma koşmaya çalışıyordu. Karakulak da kendini tamamen vermişti bu yardımlaşma işine. Ruhunda var zaten bu duygu. Neyi varsa, ihtiyaç duyana vermekten çekinmez. Ama İnci isteyince daha bir hevesle yaptığını farkettim. Bunu yaparken diğer kedi, kuş, tavşan ve ezcümle canlıların farketmemesi için de elinden geleni yaptı. Ruhunun derinliklerini ondan gayrı kim bilebilir ki? Acıktılar, susadılar, yoruldular. Ambarlara buğday taşımak için gittiler geldiler.. Güldüler, eğlendiler, üzüldüler.. Belki de en çok gülerken üzüldüler. Üzüleceklerini bile bile güldüler aslında. Biliyor musun, gülmek İnci’nin yüzüne Karakulak’ın yüreğine oturduğundan daha güzel oturuyordu.

Bir boşluk anıydı, an dediğime bak; zamanı durdurmuş gibiydiler o anda! Vahabilerin çölde dolaştırdığı develerin hörgücü gibiydi. Kıymetini bilmek için yokluğuna ihtiyaç duyar insan. Yoktu bu ana kadar. Varlığını hissettirdiği an ilk geldiği andı ama onun dahi yokluk olduğunu Karakulak bu anda anladı. Önce bir soru sordu, sesini duymak istiyorum diyemezdi ya, bir bahane lazımdı. Miyavladı. Çekildi bir kalenin kapısını tutan lejyonlar misali, dalın çıkışa yakın yaprağının üzerinden başladı kendinden anlatmaya. Neden mi anlatıyordu? Çünkü göz bebeklerini görüyordu tam karşısında. Gözleri ışıl ışıl. Hem de can kulağı ile dinliyor. Nasıl daldan dala atladığına ben bile şaşırıyorum. Ahhh, bir an patilerini kaldırıp çak demez mi! Allahım sen biliyorsun! Avuç içleri Karakulak’ın ateş topuna döndü. Yok yok sorun ellerde değil, yürek cehennem! Bir de başladı İnci’miz anlatmaya, aslında buralara ait değilmiş, bir kendini bulma hali işte, gezinmiş, aramış, farkında varlığının, fark etmek istediği yollar. Yolları ne iyi bilirim dedi içten içe Karakulak, bir bilse. Tüm yollara çıkarır onun biricik yolunu. Sonra işte, tavuk geldi, yok gagam şöyle, yok yumurtamı burda yapıyorum, yok ibibiğini ruslardan almışmış da.. Baktı olacak gibi değil, indi daldan Karakulak, geçti kafesin içine.

Allahım saatlerce yanıma dahi gelmeyen bu tavuk, bula bula kediyle başbaşa kalacağım zamanı mı buldu dedi kendi kendine? Kedi de ayrıldı tabi ordan. Geçti dalının üzerine oturdu, herşeyden bihaber yardım işlerine kaldığı yerden devam etti. Karakulak ise arkasına geçmiş gülüşünü, miyavlamasını, yansımasından akseden güzelliğini, saçlarının bir sağa bir sola istemsiz savruluşunu izliyor. Güzel tarafı, kimse onu izlemiyor. Zaman ilerlemeye başladıkça tedirgin olmadı değil. Belki aynı mahallenin canlılarıydılar ama ya denk gelemezsek bir daha dedi. O duran an nasıl bir tavuk yüzünden heba olmuşsa, kalan zamanı da kendi boşa harcamak istemedi. Daha çok bakmaya başladı. Birşey mi sordu, hemen yardımına koştu. Güldürmek için olur olmaz komiklikler. Kimbilir hangi birini farketti. Ama ben biliyorum, vurgun yemiş bir balığın okyanus derinliklerindeki nefessizliği hissi vardı Karakulak’ta. İnci ise okyanus üstündeki yakamozları oluşturan saçlarının dalgasına benzer güzellikle kucaklamakta yeryüzünü.

Saçları neden benim değil ki dedi Karakulak? Olamaz çünkü sen kedi değilsin. O kediye en fazla bakabilirsin. Uzaktan uzağa izleyebilirsin. Resmedebilirsin, yazar çizer dinlersin. Ama senin olması imkansız. Bunun farkında olmak ayrı bir acı değil mi? Ama herkes kendi yolunu kendi belirlemiş, bunun için ne İnci’ye incinebilirsin ne de İncilerini senin için dökmesini bekleyebilirsin.

Günün sonunda bir anlık isterik hisle kalktı ve arkasındaki dala yöneldi. Ne de olsa kokusunun ciğerlerine dolduğu anlar oluyordu o anlarda. Belki bir rüzgar esintisi saçlarının bir telini düşürür tahayyülün insindeki ricaline, yüreğinin taaa derinliklerinde! Dönerken bu sefer daha bir yakınından geçti, saçları teninde gezindi. Utandı o anda yaptığından. Kendini yerdi, eridi, terledi. Oysa sabah böyle gelmemişti buraya, nerden çıkmıştı bu kediye ilgi? Gözlerine bakınca gençliğini bulmak da neyin nesiydi? Bir kedi ya dedi, yakınlığın bir anlamı olmalı, üsteleme. Çekti dalı önüne, başladı ambarların sayımlarını izlemeye. Allahım Allahım… Çekip dalını kökünden, getirip hemen arkasına yerleşmez mi İnci? Arkasında İnciyi görünce, Karakulak’ın eli ayağı birbirine dolandı. Farketti de mi bu tepkiyi verdi, misilleme misali diye düşündü, sonra bu tezini de kendi çürüttü aynı anda. Birlikte izleme içgüdüsüydü sadece. Ama kalp atışlarının hemen arkadan hissedilebileceğinden emindi. Hava alma bahanesi ile kalktı. Gerçekten de soluğu kesilmişti. Yüzyıllık karanlığın esiri, gün ışığını dibinde görünce ne yapsın, kapattı hemen gözleri. Kaçtı.

Tabi zaman daralıyor, kaçmak için de kalmak için de! Geri geldi, geçti tekrar önündeki dala. Nefesini hissediyorum artık, sıcaklığını, varlığını! Yeryüzü onunmuş kadar mutluydu. Gün bu biter mi biter. Karakulak’ı da bitirdi. Hem çok mutlu ve umutlu hem hüzünlü. Yeniden görebilir miyim diye hayıflanma ve belki bir sokak lambasının altında miyavlama hayali ile dağıldı.

Sonra kendiliğinden döküldü bazı şeyler, bazı şeyler konuşulmadan duruyor orta yerde. Ama herkes herşeyin farkında bana sorarsan. Belki de böyle olması gerek. İnsan beklenti içinde olmayınca, gelenlerin tamamı baş göz üstüne oluyor.

Ezcümle sevgili İnci. Güzel gözlü kedi, seni gördüğü günden beri, kalbinde yankılanan bir şey olduğunu hissetti Karakulak ve bu his giderek büyüyor. Beyaz tüylerine, güzel saçlarına, ışıl ışıl gözlerine olan derin bağlarını ifadeye gerek dahi yok. Evet fiziksel olarak ziyadesi ile güzelsin ancak, bu sadece dış güzelliğinden kaynaklanmıyor. İçtenlikle söyleyebilirim ki, kişiliğin ve içinde acayip renklerde acılar ve sevinçler barındıran enerjin de Karakulak’ın gözünde seni çok çekici kılıyor. Bir kaşif olup, ruhunun tüm derinliklerinden vücudunun her bir kıvrımına, milyon kere intihar süsü verip canını emanet etmek ister. Gezinmek, keşfetmek!

Seni dinlediğinde ve düşüncelerini paylaştığında, kendinin daha da çekildiğini hissediyor. İlgi alanlarını keşfetmek, sana hem çok yakın olmak hem de yanmaktan korkmak tezatlığın Nirvana'sı!

Bana sorarsan, git onun dünyasındaki serüvenin mimarı ol, dizaynı kendin yap, gökyüzünü sen boya, boydan boya. Seni bir evrende sanıp, aramaya koyuldu yıldızlar, her birince ışık saçıyorken gözlerin nasıl görebilirler? Onun gözlerinden olması lazım, cisminin tesellisi niyetine damağımın her hücresine, aksetmek için varlığını.

Şimdi, boynuna inen teri anımsıyor, sürmek istercesine tenine, şifa niyetine! Ya da tutup ellerini, yanaklarının acılarını çekip alması için, sürmek için yüzüne. Dudakların mesela, ayıptır ya hu! Kapat gözlerini milyonlarca kilometre öteden gelen sesleri dinle! Sen aidiyetini kaybedip bir galaksiyle, kazara burdasın, göğsüne yasla başını, kendini onunla bütünle.

Şaşkınlığın müthiş hazzı koşaradım takip eder sesinle, bir türküye yol ver, bir müzik dinle!

Seni bulutların ardına attı, tenin gibi yumuşacık pamuksu, saklar seni içinde! Ordan kendini ona yeniden yenile, yeniden bile! Bileklerindeki zamana mağlup saat, ipe geçmiş boncuk boncuk hisleri, ona ait bütün bunlar; hep seninle! Şimdi içinden geçen ne ise, sorgusuz sualsiz, kalbini dinle.

Dön yak mektubu, sonra canın ne isterse, hepsi özgür ruhla seninle, yadırgamadan, yargılamadan; en üst hazdan en dip sancıya!

Hisset ve serinle….